İsrail'in 1982 Oded Yinon Planı "Ortadoğuyu Böl ve Yönet"

İSRAİL'İN ORTADOĞU PROJESİNDE NELER VAR?

İsrali'in Oradoğu'da kendi hayali büyük israil imparatorluğunu kurmak için yaptığı kanlı planlardan birisi 1982 yılın da hazırlanmış Oded Yinon planıdır. Bu plan çerçevesin de ortadoğudaki Mısır, Ürdün, Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye'nin bazı toprakları kendi ülkelerinden bölünüp İsrail'in malı haline getirmek üzerine yazılmış bir stratejidir ve halen işlemektedir.


(Kendi ağızlarından 1980’lerde İsrail için bugünü anlatan bir strateji)
Yazan Oded Yinon
(Tercümesi ve önsözü yazan Israel Shahak)   

Oded Yinon Planı Önsözü

Takip eden yazı, benim fikrime göre, şu anki Siyonist rejimin (Sharon ve Eitan’ın) Orta Doğu için doğru ve detaylı planını temsil eder, bu plan tüm bölgenin küçük eyaletlere/bölgelere bölünmesi ve mevcut tüm Arap bölgelerinin yok edilmesidir. Sonuç bölümündeki notta bu planın askeri yönü hakkında yorum yapacağım. Şu anki bölümde okuyucuların dikkatini bazı çok önemli noktalara çekmek isterim:

1. Israil stratejik düşüncesinde, tüm Arap devletlerinin daha küçük parçalara bölünmesi hep tekrar tekrar görülen bir kavramdır. Örnek vermek gerekirse, Ze’ev Schiff, Ha’aretz’in askeri muhabiri (ve muhtemelen bu konuda Israil’de en çok bilgiye sahip kişi), bir yazısında Irak’ta İsrail için olabilecek en iyi şeyin:” Irak’iın Şii ve Sunni devletler ve Kürt tarafının ayrılması” (Ha’aretz 6/2/2982) olacağını yazmıştır. Aslinda planın bu yüzü oldukça eskidir.

2. Amerika’daki neokonservatif düşünce ile olan kuvvetli bağ çok ön plandadır, bu özellikle yazarın notlarında kendini belli eder. Ancak, Sovyet güçlerinden “batının korunması” konusunda  sahte bir bağlılık gösterilse de, yazarın ve şu anki İsrail devletinin gerçek amacı açıktır: Emperyal İsraili bir dünya gücü haline getirmek. Başka bir deyişle, Sharon’un hedefi  tüm dünyayı aldattıktan sonra Amerikalıları da aldatmaktır.

3. Notlarda ve bu yazıda bulunan ilgili bilgileri karışık veya atlanmış olması açıktır, Amerika’nın Israile’e olan finansal yardımı da bu şekildedir. Çoğu tam bir fantezidir. Ancak, plan etkisiz olduğu veya kısa süre içerisinde gerçekleşmesi mümkün olmadığı gerekçesi ile göz ardı edilmemelidir. Bu plan, 1890-1933 yılları arasında Almanya’da uygulanan ve Hitler ve Nazi hareketi tarafından yutulan ve Doğu Avrupa ile ilgili hedeflerini belirleyen  jeopolitik fikirleri sadık bir şekilde takip eder. Bu hedefler, ve özellikle mevcut devletlerin bölünmesi, 1939-1941 yılları arasında uygulanmıştır ve sadece küresel bir ölçekte bir müttefiklik birliği bir süreliğine birleşmelerini engelleyebilmiştir.

Yazarın notları makaleden sonradır. Karışıklığı engellemek için, ben kendime ait notlar eklemedim, ancak bunların özünü bu ön yazıya ve sondaki sonuç bölümüne koydum. Ancak bu yazının bazı bölümlerini de önemle vurguladım.

Israel Shahak 13 Haziran, 1982



1980’lerde İsrail için bir strateji

Yazan Oded Yinon

Bu eser orijinal olarak İbranice KIVUNIM(Yönler), ’de yayınlanmıştır.This essay originally appeared in Hebrew in KIVUNIM (Directions), Musevilik ve Siyonizm için bir dergi;Sayı No, 14--Kış, 5742, Şubat 1982, Editör: Yoram Beck. Yazar komitesi: Eli Eyal, Yoram Beck, Amnon Hadari, Yohanan Manor, Elieser Schweid. Tanıtım bölümü / Dünya Siyonist Organizasyonu, Kudüs’ tarafından yayınlanmıştır. 

1980’lere gelindiğinde İsrail devleti, içeride ve dışarıda, yeri, amaçları ve ulusal hedefleri konusunda yeni bir perspektife ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyaç ülkenin, bölgenin ve dünyanın içinden geçmekte olduğu bazı merkezi gelişmelerden dolayı daha da önemli bir hale gelmiştir. Bugün insanlık tarihinde yeni bir çağın ilk aşamalarını yaşamaktayız, bu tarih daha önceki tarihe hiç benzememektedir ve özellikleri de bugüne kadar bildiklerimizden tamamen farklıdır. 

Bu yüzden bir taraftan bu tarihi dönemi meydana getiren merkezi gelişmeleri anlamamız ve öte taraftan bu yeni duruma uygun bir dünya bakışı ve operasyonel bir stratejiye ihtiyacımız bulunmaktadır. Yahudi devletinin varlığı, refahı ve sebatı, içişleri ve dışişlerinde yeni bir çerçeveye adapte olmasına bağlı olacaktır. 

Bu çağ, şimdiden teşhis edebileceğimiz ve mevcut yaşam biçimimizde gerçek bir ihtilali sembolize eden bir çok özellikle tanımlanmaktadır. Baskın olan gelişme, Rönesans’tan bu yana Batı uygarlığının yaşamı ve kazançlarını destekleyen en büyük mihenk taşı olan akılcı ve insancıl bakış açısının yıkılmasıdır. Bu temelden ortaya çıkan politik, sosyal ve ekonomik görüşler günümüzde yok olmaya başlayan bazı “gerçeklere” dayanmaktadır. İnsanın bir birey olarak evrenin merkezi olması ve her şeyin insanın temel maddi ihtiyaçlarını gidermek için var olduğu görüşü örnek olarak verilebilir. 

Günümüzde bu duruş,  evrende mevcut kaynakların insanın gereklerini, ekonomik ihtiyaçlarını ve demografik sınırlamalarını karşılamak için yetersiz olduğu fark edilince geçersiz hale gelmiştir. 4 milyar insanın olduğu ve ekonomik kaynakların ve enerji kaynaklarının insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak oranda artmadığı  bir dünyada, Batı uygarlığının ana ihtiyaçlarının, yani limitsiz tüketim talep ve arzusunun karşılanmasını beklemek  gerçekçi değildir.(1) 

İnsanın gideceği yönü seçmesinde etik değerlerin hiç bir payının olmadığı buna karşın maddi ihtiyaçlarının yönlendirdiği görüşü günümüzde ağırlık kazanmaktadır ve dünyada hemen hemen tüm değerlerin yok olmaya yüz tuttuğunu görmekteyiz. En basit konuları bile değerlendirme konusundaki kabiliyetimizi kaybediyoruz, özellikle bu konular neyin doğru ve neyin yanlış olduğu gibi basit bir konu ile alakalı olduğunda. İnsanın sonsuz dilekleri vizyonu ve bu konudaki imkanları üzücü hayat gerçekleri karşısında ve dünya düzenindeki kırılmaları gördüğümüzde çökmektedir. 

İnsana özgürlük vadeden görüş insan soyunun dörtte üçünün totaliter rejimler altında yaşadığı gerçeği ışığında anlamsız kalmaktadır. Eşitlik ve sosyal adalet ile ilgili görüşler sosyalizm ve özellikle komunizm tarafından gülünç hale getirilmişlerdir. Bu iki fikrin doğruluğu ile ilgili herhangi bir kuşku yoktur ancak bunların hayata düzgün şekilde geçirilemediği ortadadır ve insanlığın büyük bir çoğunluğu eşitlik ve adalet için özgürlüklerini ve fırsatlarını kaybetmişlerdir. 30 yıldır göreceli olarak (hala) barış içinde yaşadığımız bu nükleer dünyada, barış ve bir arada varolma kavramları, SSCB gibi bir süper gücün sahip olduğu askeri ve politik doktrin karşısında manasız kalmaktadır: Marxizmin amaçlarının elde edilmesi için nükleer bir savaşın olası ve gerekli olduğu, bu savaştan sonra varolmanın mümkün olduğu, ve bu savaşta bir kazanan taraf olacağı.(2) 

Topluma dair önemli kavramlar, özellikle Batı’ya ait kavramlar, politik, askeri ve ekonomik gelişmeler sebebi ile değişmektedir. Dolayısıyla,  SSCB’nin nükleer ve konvansiyonel gücü , daha evvelki çağlarda gerçekleşen dünya savaşlarının kıyasla bir çocuk oyunu kalacağı çok boyutlu bir  küresel savaşta dünyamızın büyük bir bölümünü yerle bir edecek destanın gerçekleşeceği çağı şekillendirmektedir. 

 Nükleer ve konvansiyonel silahların gücü, miktarı, hassasiyetleri ve kaliteleri bir kaç yıl içinde dünyamızın çoğunu alt üst edebilecek güçtedir ve buna karşı durabilmek için İsrail olarak kendimizi konumlandırmamız gerekmektedir. Bu Batı dünyasının ve bizim varoluşumuza karşı ana tehdittir.(3) 

Dünya kaynakları, petrolde Arap tekeli ve Batı dünyasının ihtiyaç duyduğu hammaddelerin çoğunu üçüncü dünya ülkelerinden ithal etmesi ihtiyacı için olacak savaşlar dünyamızı şekillendirmektedir. SSCB’nin önemli hedeflerinden birinin Basra Körfezindeki devasa kaynakların ve dünya madenlerinin çoğunun bulunduğu Güney Afrika’nın  kontrolünü ele geçirmek suretiyle Batı dünyasını alt etmek olduğu düşünüldüğünde, gelecekte karşımıza çıkacak küresel yüzleşmeleri tahmin etmek zor değildir. 

Gorshkov doktrini okyanusların ve üçüncü dünyanın cevherce zengin alanlarının kontrolünü önermektedir. Bu doktrinle birlikte, Batı’nın askeri gücünün yok edileceği ve sakinlerinin Marxism-Leninizm’in hizmetinde köle yapılacakları  nükleer bir savaşı yönetmenin, kazanmanın ve sonrasında varolmanın mümkün olduğunu savunan güncel Sovyet nükleer doktrini, dünya barışı ve kendi varoluşumuzun önündeki en büyük tehdittir. 1967’den beri, Sovyetler Clausewitz’in atasözünü “ Savaş, siyasetin nükleer araçlarla sürdürülmesidir” olarak değiştirmişler ve bu sözü tüm politikalarının yönlendirilmesinde şiar edinmişlerdir. Günümüzde şu anda bile bölgemizde ve dünyada bu hedeflerini uygulamaktadırlar ve ülkemizin ve dünyanın geri kalanının güvenlik politikalarında, bunlara karşı koymak önemli bir kısım haline gelmektedir. Bu bizim en önemli dış sorunumuzdur.(4) 

Bu sebeple Arap Müslüman dünyası, her gün büyüyen askeri gücü ile  İsrail için ana tehdit unsuru olmasına rağmen, 1980’lerde karşı karşıya kalacağımız en büyük stratejik problem olmayacaktır. 

Lübnan’da, Arap olmayan İran’da ve bugünlerde Suriye’de dahi inanılmaz derecede kendi kendilerine  zarar veren etnik azınlıkları, fraksiyonları ve iç krizleri ile bu dünya, temel problemleri ile başarılı bir şekilde başa çıkmakta başarısızdır ve dolayısı ile uzun vadede İsrail devletine bir tehdit oluşturmamaktadır, sadece kısa vadede büyük askeri gücü çok önemlidir. 

Uzun vadede, bu dünya mevcut çerçevede etrafımızdaki bölgelerde gerçek büyük değişimler uygulanmaz ise var olamayacaktır. Müslüman Arap dünyası yabancılar tarafından sakinlerinin istek ve talepleri gözönüne alınmadan yapılmış geçici bir kağıttan kule gibidir. 1920’lerde Fransa ve İngiltere tarafından gelişigüzel bir şekilde hepsi azınlıkların ve birbirine düşman olan etnik grupların kombinasyonundan oluşan 19 bölgeye bölünmüştür bu sayede günümüzde tüm Arap Müslüman devletler etnik sosyal çöküş içerisindedir ve bir kısmında şimdiden iç savaş başlamıştır. 5. Arapların çoğunluğu, 170 milyondan 118 milyonu, çoğunlukla Afrika’da ve özellikle Mısır’da yaşamaktadır. (bugün itibariyle 45 milyon). 

Mısır dışında, tüm Mağrip devletler Araplar ve Arap olmayan Berberilerin karışımından oluşmaktadır. Cezayir’de Kabile dağlarında şu anda bile ülkedeki iki ulus arasında iç savaş devam etmektedir. Fas ve Cezayir kendi içlerinde yaşadıkları kargaşanın dışında, İspanyol Sahrası için birbirleri ile savaş halindedir.   Militan İslam Tunus’un bütünlüğünü tehdit etmektedir ve Kaddafi, seyrek nüfusa sahip ve güçlü bir ulusu olamayacak bir ülkeden Arap bakış açısına göre yıkıcı olan savaşlar organize etmektedir. Bu sebeple daha hakiki olan Mısır ve Suriye gibi ülkelerle geçmişte birleşmeye çalışmıştır. 

Bugün Arap Müslüman dünyasındaki en parçalanmış ülke olan Sudan birbirlerine düşman olan 4 gruptan oluşmaktadır; Arap olmayan Afrikalı, putperestler ve Hıristiyanlardan oluşan çoğunluğu yöneten Arap Müslüman Sunni azınlık. Mısır’da Sunni Müslüman çoğunluk yukarı Mısır’da baskın olan sayıları 7 milyona yakın olan büyük bir Hıristiyan azınlıkla karşı karşıyadır. Sedat, 8 Mayıs tarihinde yaptığı konuşmada, bunların Mısır’da “ikinci” bir Hıristiyan Lübnan’a benzer bir  devlet  kuracaklarından endişe ettiğini söylemiştir. 

İsrail’in doğusundaki tüm Arap devletleri Mağrip’teki devletlerden bile daha fazla iç çatışmalar yüzünden parçalanmaktadır. 

Suriye temelde Lübnan’dan çok farklı değildir sadece güçlü bir askeri rejim tarafından idare ediliyor olması farkını taşır. Ancak  bugünlerde Sünni çoğunluk ve yönetimdeki Şii Alevi azınlık (nüfusun sadece %12’si) arasında yaşanan gerçek içsavaş içerdeki problemlerin göstergesidir.   Irak, çoğunluğun Şii ve yönetimdeki azınlığın Sünni olmasına rağmen özünde komşularından hiç farklı değildir, Nüfusun %65’i politik konularda söz sahibi değildir, %20’lik elit bir zümre tüm gücü ellerinde tutmaktadır. Buna ek olarak Kuzey’de büyük bir Kürt azınlık vardır ve yönetimdeki rejimin kuvveti, ordu ve petrol gelirleri olmasa idi, Irak’ın gelecekteki durumu Lübnan’ın geçmişteki ve Suriye’nin bugünkü durumundan hiç de farklı olmazdı. 

İç çatışmanın tohumları ve iç savaş özellikle Irak’ta Şii’lerin doğal liderleri olarak kabul edilen Humeyni’nin İran’da başa geçmesinden sonra daha bugünden kendini belli etmektedir.  Körfez ve Suudi Arabistan’daki dengeler içinde sadece petrol olan bir kumdan ev üstüne inşa edilmiştir. Kuveyt’te, Kuveyt’liler nüfusun sadece %25’ini oluşturmaktadır.   Bahreyn’de Şii’ler çoğunluktadır ancak güç onlarda değildir. Birleşik Arap Emirlikleri’nde Şii’ler yine çoğunlukta olmasına rağmen Sunni’ler yönetimdedir.   Amman ve Kuzey Yemen içinde aynı şey geçerlidir. Marxist Güney Yemen’de bile önemli bir miktarda Şii azınlık bulunmaktadır.  Suudi Arabistan’da nüfusun yarısı yabancıdır, Mısır ve Yemen’lidir ama Suudi bir Azınlık gücü elinde tutmaktadır. 

Ürdün aslında Trans-Ürdün’lu Bedevi bir azınlık tarafından yönetilen Filistin’lidir, ancak ordunun çoğunluğu ve  kuşkusuz bürokrasi şu anda Filistin’lidir. Aslinda Amman en az Nablus kadar Filistin’lidir.   Bütün bu ülkelerin göreceli olarak güçlü orduları vardır. Fakat aslında bu durum da bir problem yaratmaktadır. Suriye ordusu bugün çoğunlukla Sunni’dir ancak  subaylar Alevi’dir, Irak ordusu Sünni kumandanlara sahip Şii bir ordudur. Bu uzun vadede çok önemlidir ve bu sebeple uzun süre ordunun sadakatini korumak mümkün olamayacaktır. Sadece tek ortak payda olan İsrail’e olan düşmanlıkları konusunda anlaşabilirler ve bugünlerde bu bile yeterli değildir.   Arap’lar gibi, bölünmüş olsalar da diğer Müslüman devletler de benzer bir  durumla karşı karşıyadırlar. Iran nüfusunun yarısı Farsça konuşan bir gruptan oluşur ve diğer yarısı da etnik olarak Türk bir gruptur.   Türkiye’nin nüfusu Türk Sünni Müslüman bir çoğunluk (%50 civarı) ve iki büyük azınlıktan oluşur, 12 milyon Şii Alevi ve 6 milyon Sünni Kürt. 

Afganistan’da 5 milyon Şii nüfusun üçte birini oluşturur. Sünni Pakistan’da 15 milyon Şii devletin varlığını tehdit etmektedir. (5)   Fas’tan Hindistan’a  ve Somali’den Türkiye’ye uzanan ulusal etnik azınlık resmi, istikrarın yokluğuna ve tüm bölgenin hızlı bir şekilde dejenere olmasına işaret eder.  Bu tablo  ekonomik tabloya eklendiğinde tüm bölgenin nasıl ciddi problemlere karşı koyamayacak kağıttan bir kule şeklinde inşa edildiğini görebiliriz. 

Bu dev bölünmüş dünyada bir kaç varlıklı grup ve büyük çoğunlukta fakir insan vardır. Arap’ların çoğunun ortalama yıllık geliri 300 Dolar’dır. Mısır’da da durum aynıdır, Libya hariç Mağrip ülkelerinin çoğunda ve Irak’ta da. Lübnan parçalanmıştır ve ekonomisi de parçalanmaktadır. Devlette merkezi bir güç yoktur sadece 5 fiili egemen otorite vardır; kuzeyde Suriye tarafından desteklenen ve  Franjieh aşireti tarafından yönetilen  Hıristiyan bölge, doğuda Suriye tarafından işgal edilmiş bölge,  merkezde Phalangistler tarafından kontrol edilen Hıristiyan kuşatma bölgesi,  güneyde ve Litani ırmağına kadar Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından kontrol edilen Filistin bölgesi ve Binbaşı Haddad’a ait Hıristiyan bölge ve yarım milyon Şii.   Suriye çok daha vahim bir durumdadır ve ileride Libya ile birleşmesinden sonra alacağı yardım bile varoluşun basit problemleri ile başa çıkması ve büyük bir ordunun idamesi için yeterli olamayacaktır. 

Mısır en kötü durumda olan ülkedir; milyonlar açlık sınırındadır, işgücünün yarısı işsizdir ve dünyanın en kalabalık nüfüsuna sahip bu bölgede konut çok seyrektir. Ordu dışında verimli olarak çalışan bir bölüm yoktur ve devlet sürekli iflas halindedir ve barıştan bu yana verilen Amerikan yardımına muhtaçtır.( 6) 

Körfez devletlerinde, Suudi Arabistan, Libya ve Mısır’da paranın ve petrolün birikimi çok fazladır ama bundan faydalanan küçük elit bir zümredir. Bu zümre geniş tabanlı bir destek ve kendine güvene sahip değildir ve bunlar hiç bir ordu tarafından garanti edilemez. (7)  

Bütün ekipmanları ile Suudi ordusu rejimi içte veya dıştaki gerçek tehlikelerden koruyamaz ve Mekke’de 1980’de yaşananlar bunun küçük bir örneğidir.   Israil’i çevreleyen üzüntülü ve fırtınalı bir durum mevcuttur  ve bu İsrail için problemler oluşturmaktadır.   Problemler ve riskler vardır ama aynı zamanda 1967’den bu yana ilk defa çok büyük fırsatlar oluşmuştur. İhtimaldir ki 1967’de kaçırılan fırsatlar 1980’lerde bugün dahi tahayyül edemeyeceğimiz boyutlarda yakalanabilir. 

Bu “barış” politikası ve Amerika’lılara bağımlı olarak bölgelerin geri verilmesi, yeni fırsatın gerçekleştirilmesine engeldir. 1967’den bu yana tüm İsrail hükümetleri bir taraftan ulusal hedeflerimizi dar politik ihtiyaçlara doğru daraltmışlar diğer taraftan ise anavatandaki yıkıcı fikirler hem içeride hem dışarıdaki kapasitelerimizi nötralize etmiştir. 

Girmek zorunda bırakıldığımız bir savaş esnasında elde edilen yeni bölgelerdeki Arap nüfusuna yönelik adımlar atılmasındaki başarısızlık İsrail tarafından 6 gün savaşından sonraki sabahta yapılmış en önemli stratejik hatadır. O tarihten bu yana yaşanan tüm acı ve tehlikeli ihtilaflardan, Ürdün ırmağının batısında yaşayan Filistin’lilere Ürdün’ü vermiş olsaydık, kendimizi kurtarabilirdik. Bunu yapsaydık bugünlerde yaşadığımız Filistin problemini nötralize etmiş olurduk. Bu probleme yönelik bulduğumuz bölgesel özveriler veya aslında aynı kapıya çıkan otonomi gibi çözümler aslında çözüm değildirler.(8)

Günümüzde durumu tamamen başka bir hale dönüştürmek için önümüzde büyük fırsatlar vardır ve bunu önümüzdeki 10 yılda gerçekleştirmeliyiz aksi taktirde bir devlet olarak hayatta kalmamız mümkün olmayacaktır. 

1980’lerde İsrail devleti bu yeni çağın getireceği küresel ve bölgesel zorluklara karşı koyabilmek için içerde politik ve ekonomik rejimde ve aynı zamanda uluslararası politikasında da radikal değişiklikler yapmak zorunda kalacaktır.   Süveyş kanalı petrol bölgelerinin kaybedilmesi, Sina yarımadasında bulunan ve jeomorfolojik olarak bölgenin zengin petrol üretici ülkeleri ile eş olan petrol, gaz ve diğer doğal kaynakların muazzam potansiyeli, yakın gelecekte bir enerji kaybına yol açacak ve ekonomimizi tahrip edecektir; şu anki gayrisafi milli hasılamızın dörtte biri ve bütçemizin üçte biri petrol alımında kullanılmaktadır.(9)  

Negev’de ve sahil bölgesinde hammadde arayışları yakın gelecekte bu durumda bir değişiklik yaratabilecek gibi görünmemektedir. Mevcut ve potansiyel kaynakları sebebiyle Sina yarımadası (nın geri alınması) bu sebeple politik bir önceliğimizdir ancak bu önceliğimiz Camp David ve barış anlaşmaları tarafından engellenmektedir. Bu konudaki hata mevcut İsrail hükümetine ve bölgesel taviz politikasına giden yolu açan hükümetlere yani 1967’den bu yana kurulan Alignment hükümetlerine aittir. 

Sina’nın geri verilmesinden sonra Mısır’lılar barış anlaşmasını sürdürmek zorunda olmayacaklar ve destek ve askeri yardım almak için Arap dünyası ve SSCB tarafına geçmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Amerikan yardımı barış koşulları gereği sadece kısa bir süre için garanti edilmiştir ve Amerika’nın hem içte hem dışta zayıflaması yapılan yardımda azalma getirecektir. Petrol ve ona bağlı gelir olmadan mevcut muazzam masraflarla 1982’yi bitirmemiz mümkün değildir ve durumu Sina yarımadasında Sedat’ın ziyaretinden ve Mart 1979’da kendisi ile imzalanan hatalı barış anlaşmasından önceki statükoya döndürmek için bir girişimde bulunmamız gerekecektir.10 İsrail bu sonuca ulaşmak için iki ana yola sahiptir, biri direk bir yoldur diğeri ise endirek. Direk seçenek rejimin doğası ve İsrail hükümeti sebebi ile  olduğu kadar, 1973 savaşının dışında başa geldiği günden bu yana en büyük başarısı olan Sina’dan geri çekilişi elde eden Sedat’ın zekası sebebiyle daha az gerçekçi olan seçenektir. 

İsrail ekonomik ve politik olarak çok baskı altında kalmadığı ve Mısır kısa tarihimizde 4.cü kez İsrail’e Sina’yı geri alması için ihtiyacı olan mazereti vermediği sürece ne bugün ne de 1982’de tek taraflı olarak anlaşmayı bozmayacaktır. O halde geriye kalan endirek seçenektir.   MISIR  Mısır’daki ekonomik durum, rejimin doğası ve Pan-Arap politikası Nisan 1982 sonrası İsrail’in direk veya dolaylı olarak Sina’nın uzun dönemde stratejik, ekonomik ve enerji kaynağı olarak önemi sebebi ile geri alınması konusunda harekete geçmesi gerekecektir. Mısır iç çatışmaları sebebi ile askeri stratejik bir problem oluşturmamaktadır ve 1967 sonrası savaş durumuna geri sokulması için bir günlük süre bile yeterlidir. (11) 

Mısır’ın Arap dünyasının güçlü lideri olduğuna dair efsane 1956 yılında yıkılmış ve 1967 yılını atlatamamıştır, ancak Sina’nın geri verilmesinde olduğu gibi sürdürülen politikamız bu efsaneyi bir “gerçek” haline getirmiştir.  Ancak gerçekte 1967’den bu yana tek başına İsrail ve geri kalan Arap dünyasına oranla Mısır’ın gücü %50’ye yakın bir oranda düşmüştür.   Mısır artık Arap dünyasında önde gelen politik güç değildir ve ekonomik olarak bir krizin eşiğindedir. Dış yardım olmadan kriz yarın gelecektir.(12)

Kısa dönemde Sina’nın geri verilmesi sebebi ile, Mısır sayemizde bir çok avantaj yakalayacaktır, ancak bu sadece 1982’ye kadar olan kısa dönemde olacaktır ve bu güç dengesini kendi lehlerine değiştirmeyecek ve sonunda yıkılışına sebep olacaktır. Mısır günümüzdeki politik görünüşe göre  ve artan Müslüman-Hıristiyan ayrışması dikkate alındığında zaten halihazırda bir cesettir.   Mısır’ı coğrafi olarak farklı bölgelere bölmek İsrail’in Batı cephesindeki politik hedefidir. 

Mısır bir çok otorite merkezine bölünmüş ve parçalanmıştır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını sürdüremez ve Mısır’ın çözülmesi ile birlikte onlar da çöküşe katılır. 

Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır. (13)

Batı cephesi yüzeyde daha problematik gözükse de aslında manşet olan olayların çoğunun son zamanlarda meydana geldiği Doğu cephesinden daha az karmaşıktır.  

SURİYE

Lübnan’ın beş bölgeye bölünmesi Mısır, Suriye ve Irak da dahil olmak üzere tüm Arap dünyası için bir başlangıçtır ve aslında Arap yarımadası şimdiden bu yolda ilerlemektedir. Suriye ve daha sonra Irak’ın feshi ve Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bölgelere ayrılması İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki bir numaralı hedefidir ve bunun için kısa vadede bu devletlerin askeri gücünün feshi ana hedeftir.   Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpki bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğe Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de  başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır.(14) 

IRAK

Bir taraftan petrol zengini olan ancak diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile dha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail’in en büyük tehditi Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkan vermeden çökmesine sebep olacaktır.   Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olur ve Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme mümkündür. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sunni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır. (15) 

Arap yarımadasının tamamı iç ve dış baskılar sebebiyle çözülmeye adaydır ve özellikle Suudi Arabistan’da bu sonuç kaçınılmazdır. Petrole dayalı ekonomik gücünün baki kalması veya uzun vadede azalmasından bağımsız olarak, iç ayrışmalar ve kırılmalar mevcut politik yapının doğal ve açık bir sonucu olarak ortaya çıkacaktır. (16)   

ÜRDÜN

Ürdün kısa vadede stratejik bir hedeftir, uzun vadede ise değildir zira feshinden ve Kral Hüseyin’in uzun hükümranlığının bitmesi ve kısa vadede yönetimin Filistin’lilere geçmesinden  sonra gerçek bir tehdit. 

Mevcut yapısı ile Ürdün’ün uzun süre varolması ihtimal dahilinde değildir ve İsrail’in hem barışta hem savaşta sürdüreceği politika mevcut rejim esnasında Ürdün’ün tasfiyesi ve yönetimin Filistin’li çoğunluğa devri yönünde olmalıdır. Irmağın doğusundaki rejimi değiştirmek aynı zamanda Ürdün’ün batısında yoğun bir Arap nüfusu olan bölgelerdeki problemin de hallolmasına sebep olacaktır. 

Savaşta ya da barış koşulları altında, bölgelerden dışarıya göç verilmesi ve ekonomik demografik durgunluk ırmağın iki yakasındaki gelecek olan değişimin garantisi olacaktır ve  yakın gelecekte bu sürecin hızlanması için aktif olarak çalışmalıyız.  

Otonomi planı ve bölgesel taviz ve bölünmeler de reddedilmelidir zira Filistin Kurtuluş Örgütü ve İsrail Arap’larının kendi planları olan 1980 yılındaki Shefa’amr planı göz önünde bulundurulduğunda, mevcut durumda iki ulusu ayırmadan, Arap’ları Ürdün’e ve Yahudi’leri ırmğın batısındaki bölgelere ayırmadan bu ülkede yaşamaya devam etmek mümkün değildir.

Bölgede gerçek manada bir arada varoluş ve barış, ancak Arap’lar, Ürdün’le deniz arasındaki bölge Yahudi’ler tarafından yönetilmediği sürece var olamayacaklarını ve güvence altında olamayacaklarını anladıklarında gerçekleşecektir. Kendilerine ait bir ulus ve güvenlik sadece Ürdün’de onların olacaktır. (17)  

İsrail içinde ’67 yılındaki alanlar ve gerisindeki bölgeler ve ’48 yılındaki durumları arasındaki fark Arap’lar için hep manasız olmuştur ve bugünlerde bizim için de bir önemi yoktur. Problem ‘67’den sonra başka bölünme göz önüne alınmadan bir bütün olarak ele alınmalıdır. Gelecekteki tüm politik durumlar ve askeri birleşmelerde de açıkça bilinmelidir ki, yerli Arap’ların sorununun çözümü ancak İsrail’in Ürdün nehrine ve ötesine kadar olan bölgede varolması halinde gelecektir. Bu içinde bulunduğumuz çağda ve içine yakında girecek olduğumuz nükleer çağda varolmak için ihtiyacımızdır. 

Artık Yahudi nüfusunun dörtte üçünün nükleer bir dönemde büyük bir tehlike yaratan ve yoğun bir şekilde yerleşilmiş olan kıyı şeridinde yaşaması mümkün değildir. Dolayısıyla nüfusun dağıtılması mümkün olan en yüksek mertebedeki milli hedefimizdir, aksi taktirde hangi sınır içerisinde olursak olalım varoluşumuzu sürdüremeyiz. Judea, Samarya ve Galile ulusal varlığımız için tek garantidir ve budağlık bölgede hakim çoğunluk haline gelmez isek ülkeyi yönetemeyiz ve zaten kendilerinin olmayan, birer yabancı oldukları bu ülkeyi kaybeden Haçlılar gibi oluruz. Demografik, stratejik ve ekonomik olarak ülkeyi tekrardan dengelemek bugünün en önemli hedefidir. Beersheba’dan yukarı Galile’ye kadar olan su havzasını ele geçirmek için şu anda Yahudi’lerin bulunmadığı dağlık araziye yerleşmek çok mühim bir stratejik düşüncedir.(l8) 

Doğu cephesinde hedeflerimizin gerçekleşmesi öncelikle yukarıda belirtilen iç stratejik hedefin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu stratejik hedeflerin gerçekleşmesi için ekonomik ve politik yapının değiştirilmesi tüm değişimin gerçekleşmesinin anahtarıdır. Hükümetin çok derinden etkilediği merkezi bir ekonomiden açık ve özgür bir pazara geçmemiz ve Amerikan vergi mükelleflerine bağımlılıktan kendi ellerimizle geliştireceğimiz gerçek bir verimli ekonomik altyapıya geçmemiz gerekmektedir. Bu değişimi gönüllü ve özgür bir şekilde yapmaz isek özellikle ekonomi, enerji, politika konusunda dünyadaki gelişmeler ve artan izolasyonumuz neticesinde yapmak zorunda bırakılacağız. (l9)   Askeri ve stratejik bir bakış açısı ile, Amerika’nın önderliğindeki Batı SSCB’nin dünyadaki global baskısına karşı koyamamaktadır ve İsrail bu sebeple 80’li yıllarda askeri ve ekonomik dış yardım olmadan tek başına ayakta kalmak zorunda bırakılacaktır ve bugün İsrail hiç bir taviz vermeden bunu yapabilecek güçtedir.(20)  

Dünyada yaşanacak hızlı değişimler dünya Yahudiliğinde de değişikliklere sebep olacaktır ve bu durumda İsrail sadece son çare değil tek varoluş imkanı olacaktır. Amerika Yahudilerinin ve Avrupa ve Latin Amerika’daki cemaatlerin bugünkü halleri ile gelecekte var olacaklarını varsayamayız. (21) 

Bu ülkede varoluşumuz mutlaktır ve bizi buradan güç kullanarak veya hıyanetle (Sedat’ın metodu) hiç bir güç yoktur. Hatalı “barış” politikasının zorluklarına rağmen ve İsrail Arap’ları ve bölgeler ile ilgili problemlere reğmen önümüzdeki dönemde bunlarla başarılı bir şekilde başa çıkabiliriz. 

SONUÇ

Orta Doğu ile ilgili bu Siyonist planın gerçekleşme ihtimalinin yüksekliğini ve bu planın neden yayınlanması gerektiğini anlamak için üç önemli nokta açıklığa kavuşturulmalıdır. 

Planın askeri zemini Bu planın askeri şartlarından yukarıda bahsedilmemiştir ancak bir çok kere kapalı toplantılarda İsrail hükümeti üyelerine benzeri bir şey “açıklandığında” bu husus netleştirilir. İsrail askeri güçlerinin  ve tüm kollarının yukarıda açıklandığı kadar geniş bir bölgeyi işgal etmek işi için yetersiz olduğu düşünülmektedir. Hatta Batı Şeria’da yoğun Filistin “huzursuzlukları” yaşandığı zamanlarda bile İsrail ordusunun güçleri çok zorlanmaktadır. 

Bu konuda çözüm “Haddad güçleri” ile yönetmek veya “Köy Birlikleri” kurmaktır (aynı zamanda “Köy Ligleri” olarak da bilinir): “Liderlerin” kontrolu altında olan feodal veya parti yapısına sahip olmayan (mesela Falanjistlerde olduğu gibi) ve halktan tamamen ayrı yerel birlikler. Yinon tarafından teklif edilen “eyaletler” “Haddadistan” ve “Köy Birlikleri”dir ve bunların silahlı kuvvetleri şüphesizdir ki benzer olacaktır.   Ayrıca buna ek olarak İsrail askeri üstünlüğü böyle bir durumda şu anda olduğundan çok daha büyük olacaktır ve bu sayede herhangi bir isyan hareketi ya Batı Şeria ve Gazze şeridinde olduğu gibi toplu bir küçük düşürme ile ya şehirlerin şu anda Lübnan’da olduğu gibi (Haziran 1982) bombalanması ve yıkılması ile ya da her ikisi ile birlikte  “cezalandırılacaktır”. 

Bunu sağlamak için, “plan” sözlü anlatıldığı üzere küçük eyaletler arasında odak noktalarda gerekli mobil yıkıcı güçlerle donatılmış İsrail garnizonlarının kurulmasını gerektirir. Hatta Haddadistan’ta benzer bir şey görmüş bulunuyoruz ve büyük bir ihtimalle bu sistemin ilk çalışan örneğini Güney Lübnan’da veya Lübnan’ın tamamında göreceğiz. 

Açıktır ki yukarıdaki askeri varsayımlar ve planın tamamı da, Arap’ların bugün olduğundan bile daha fazla bölünmesine ve aralarında gerçekten ileriye dönük bir toplu hareketin olamayacağı fikrine dayanmaktadır. İhtimaldir ki bu iki şart planın çok ilerideki aşamaları esnasında ortadan kalkabilir ve bu durumun sonuçları şimdiden tahmin edilemez. 

Neden bunu İsrail’de yayınlamak gereklidir? Yayınlama sebebi İsrail-Yahudi halkının çift taraflı doğasıdır: Özellikle Yahudiler için çok büyük ölçekte özgürlük ve demokrasi ile birlikte yayılmacılık ve ırk ayrımcılığı. Böyle bir durumda İsrail-Yahudi seçkinleri (TV’yi ve Begin’in konuşmalarını takip eden topluluk) ikna edilmelidir.  İkna için ilk aşamalar yukarıda belirtildiği gibi sözel olacaktır ancak bir zaman gelecektir ki bu artık zahmetli olacaktır. Daha aptal olan “ikna ediciler” ve “açıklayıcılar” için yazılı materyal hazırlanması gerekecektir (mesela orta rütbeli subaylar ki  bunlar genel olarak ciddi oranda aptaldırlar). 

Bunlar hazırlandıktan sonra bu grup “öğrenecektir” ve diğerlerine anlatacaktır. Bu noktada not edilmelidir ki İsrail ve hatta yirmili yıllardaki Yishuvlar (İsrail devleti kurulmadan önce kutsal topraklarda yaşayan Yahudiler) bile her zaman bu şekilde hareket etmişlerdir. Ben şahsen (önceden “karşıt olmama rağmen) bana ve diğerlerine savaşın gerekliliğinin 1956 savaşından bir yıl önce ve “geri kalan Batı Filistin’in fırsatımız olduğunda”  işgal etmemizin neden gerekli olduğunun 1965-1967 yılları arasında nasıl açıklandığını çok iyi hatırlıyorum. 

Bu tarz planların yayınlanmasının dışarıdan özel bir risk oluşturmayacağı neden varsayılmaktadır? Bu tarz riskler İsrail içindeki karşıtlar zaıf olduğu sürece(Lübnan’daki savaşın sonuçlarına göre değişebilecek bir durum) iki kaynaktan gelebilir; Filistin’liler dahil Arap dünyası ve Amerika Birleşik Devletleri. Arap dünyası şu ana kadar  İsrail-Yahudi cemaatinin detaylı ve mantıklı bir analizini yapmak konusunda yetersiz kalmıştır ve Filistin’liler de ortalamada diğerlerinden daha iyi durumda değildir. Böyle bir durumda İsrail’in yayılmacı politikasının tehlikeleri konusunda (ki bunlar gerçektir) uyaranlar bile bunu somut ve detaylı bilgilere dayanarak değil bir efsaneye olan inançlarından yapmaktadırlar. 

Buna iyi bir örnek bir kanıta dayanmayan ancak varlığına israrla inanılan Knesset’in duvarında Nil ve Fırat’a dair İncil’deki bir ayetin yazılı olduğudur.  Bir diğer örnek ise tamamiyle yanlış olmasına rağmen ısrarla en önemli Arap liderlerinin bulunduğu bir grup tarafından dile getirilen ve İsrail bayrağındaki iki mavi şeridin Nil ve Fırat’ı sembolize ettiğidir, aslında bu iki şerit Yahudilerin dua ettiği şalı (Talit) sembolize eder. İsrail uzmanları Arap’ların gelecek ile ilgili ciddi tartışmalara hiç ilgi duymayacağını varsaymaktadırlar ve bu varsayım Lübnan savaşı sayesinde bir kere daha doğru çıkmıştır. Dolayısıyla eskiden olduğu gibi diğer İsrail’lileri ikna etmeye çalışmaları için bir sebep yoktur. 

Amerika’da da çok benzer bir durum mevcuttur, en azından şimdilik. Diğerlerine oranla daha ciddi olan yorumcular İsrail ile ilgili haberlerini ve onunla ilgili fikirlerinin çoğunu iki kaynaktan almaktadır.   Bunlardan ilki Amerikan basınındaki “liberal” kesimin yazdığı makalelerdir ki bu yazarlar İsrail’in Yahudi hayranlarıdır ve İsrail devletinin bazı yönlerini eleştirmekle birlikte Stalin’in tabiri ile “yapıcı eleştiri” yolunu izlemektedirler. (aslında bunların arasında kendilerini “anti-stalinist” olarak tanımlayan yazarlar da vardır ancak bu yazarlar Stalin’den bile daha Stalinist’tirler, ve bunların henüz onların inancını boşa çıkarmamış Tanrısı İsrail’dir.) 

Böyle kritik bir tapınma çerçevesinde İsrail’in her zaman “iyi niyetli” olduğu ve sadece zaman zaman “hata yaptığı” ve dolayısıyla böyle bir planın tartışılmasının dahi gereksiz olduğu varsayılmaktadır. Tıpki Yahudi’ler tarafından gerçekleştirilen İncil’e ilişkin soykırımların konu edilmediği gibi. İkinci haber ve bilgi kaynağı ise Jerusalem Post adlı gazetedir ve bu gazetenin de benzer tutumları bulunmaktadır.   İsrail dünyanın geri kalan bölümüne kapalı bir halk durumunda kaldığı sürece ve dünya gözünü kapalı tutmak istediği için, böyle bir planın yayınlanması ve gerçekleştirilmesine başlanması gerçekçi ve olasıdır.

Israel Shahak Haziran 17, 1982 Kudüs 

Tercüman hakkında Israel Shahak Kudüs’te bulunan Hebrew Üniversitesinde organik kimya profesörüdür ve İsrail insan hakları  ve medeni haklar birliğinin yönetim kurulu başkanıdır. Shahak yazıları adında bir yazı yayınlanmıştır, bunlar İbrani basınından bazı makalelerin derlemesidir ve kendisi de birçok makale ve kitabın yazarıdır, bunlardan biri de Yahudi devletinde Yahudi olmayan isimli kitaptır. Son kitabı ise İsrail’in küresel rolü: Baskı için Silahlar’dır, AAUG tarafından 1982 yılında basılmıştır. Israel Shahak: (1933-2001) 


Türkçe Yazan Kaynak: Zülküf YILMAZ / Pamukkale Üniversitesi
- - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Orijinal dipnotlar

1. American Universities Field Staff. Report No.33, 1979. According to this research, the population of the world will be 6 billion in the year 2000. Today's world population can be broken down as follows: China, 958 million; India, 635 million; USSR, 261 million; U.S., 218 million Indonesia, 140 million; Brazil and Japan, 110 million each. According to the figures of the U.N. Population Fund for 1980, there will be, in 2000, 50 cities with a population of over 5 million each. The population ofthp;Third World will then be 80% of the world population. According to Justin Blackwelder, U.S. Census Office chief, the world population will not reach 6 billion because of hunger. 

2. Soviet nuclear policy has been well summarized by two American Sovietologists: Joseph D. Douglas and Amoretta M. Hoeber, Soviet Strategy for Nuclear War, (Stanford, Ca., Hoover Inst. Press, 1979). In the Soviet Union tens and hundreds of articles and books are published each year which detail the Soviet doctrine for nuclear war and there is a great deal of documentation translated into English and published by the U.S. Air Force,including USAF: Marxism-Leninism on War and the Army: The Soviet View, Moscow, 1972; USAF: The Armed Forces of the Soviet State. Moscow, 1975, by Marshal A. Grechko. The basic Soviet approach to the matter is presented in the book by Marshal Sokolovski published in 1962 in Moscow: Marshal V. D. Sokolovski, Military Strategy, Soviet Doctrine and Concepts(New York, Praeger, 1963). 

3. A picture of Soviet intentions in various areas of the world can be drawn from the book by Douglas and Hoeber, ibid. For additional material see: Michael Morgan, "USSR's Minerals as Strategic Weapon in the Future," Defense and Foreign Affairs, Washington, D.C., Dec. 1979. 

4. Admiral of the Fleet Sergei Gorshkov, Sea Power and the State, London, 1979. Morgan, loc. cit. General George S. Brown (USAF) C-JCS, Statement to the Congress on the Defense Posture of the United States For Fiscal Year 1979, p. 103; National Security Council, Review of Non-Fuel Mineral Policy, (Washington, D.C. 1979,); Drew Middleton, The New York Times, (9/15/79); Time, 9/21/80. 

5. Elie Kedourie, "The End of the Ottoman Empire," Journal of Contemporary History, Vol. 3, No.4, 1968. 

6. Al-Thawra, Syria 12/20/79, Al-Ahram,12/30/79, Al Ba'ath, Syria, 5/6/79. 55% of the Arabs are 20 years old and younger, 70% of the Arabs live in Africa, 55% of the Arabs under 15 are unemployed, 33% live in urban areas, Oded Yinon, "Egypt's Population Problem," The Jerusalem Quarterly, No. 15, Spring 1980. 

7. E. Kanovsky, "Arab Haves and Have Nots," The Jerusalem Quarterly, No.1, Fall 1976, Al Ba'ath, Syria, 5/6/79. 

8. In his book, former Prime Minister Yitzhak Rabin said that the Israeli government is in fact responsible for the design of American policy in the Middle East, after June '67, because of its own indecisiveness as to the future of the territories and the inconsistency in its positions since it established the background for Resolution 242 and certainly twelve years later for the Camp David agreements and the peace treaty with Egypt. According to Rabin, on June 19, 1967, President Johnson sent a letter to Prime Minister Eshkol in which he did not mention anything about withdrawal from the new territories but exactly on the same day the government resolved to return territories in exchange for peace. After the Arab resolutions in Khartoum (9/1/67) the government altered its position but contrary to its decision of June 19, did not notify the U.S. of the alteration and the U.S. continued to support 242 in the Security Council on the basis of its earlier understanding that Israel is prepared to return territories. At that point it was already too late to change the U.S. position and Israel's policy. From here the way was opened to peace agreements on the basis of 242 as was later agreed upon in Camp David. See Yitzhak Rabin. Pinkas Sherut, (Ma'ariv 1979) pp. 226-227. 

9. Foreign and Defense Committee Chairman Prof. Moshe Arens argued in an interview (Ma 'ariv,10/3/80) that the Israeli government failed to prepare an economic plan before the Camp David agreements and was itself surprised by the cost of the agreements, although already during the negotiations it was possible to calculate the heavy price and the serious error involved in not having prepared the economic grounds for peace.   The former Minister of Treasury, Mr. Yigal Holwitz, stated that if it were not for the withdrawal from the oil fields, Israel would have a positive balance of payments (9/17/80). That same person said two years earlier that the government of Israel (from which he withdrew) had placed a noose around his neck. He was referring to the Camp David agreements (Ha'aretz, 11/3/78). In the course of the whole peace negotiations neither an expert nor an economics advisor was consulted, and the Prime Minister himself, who lacks knowledge and expertise in economics, in a mistaken initiative, asked the U.S. to give us a loan rather than a grant, due to his wish to maintain our respect and the respect of the U.S. towards us. See Ha'aretz1/5/79. Jerusalem Post, 9/7/79. Prof Asaf Razin, formerly a senior consultant in the Treasury, strongly criticized the conduct of the negotiations; Ha'aretz, 5/5/79. Ma'ariv, 9/7/79. As to matters concerning the oil fields and Israel's energy crisis, see the interview with Mr. Eitan Eisenberg, a government advisor on these matters, Ma'arive Weekly, 12/12/78. The Energy Minister, who personally signed the Camp David agreements and the evacuation of Sdeh Alma, has since emphasized the seriousness of our condition from the point of view of oil supplies more than once...see Yediot Ahronot, 7/20/79. Energy Minister Modai even admitted that the government did not consult him at all on the subject of oil during the Camp David and Blair House negotiations. Ha'aretz, 8/22/79. 

10. Many sources report on the growth of the armaments budget in Egypt and on intentions to give the army preference in a peace epoch budget over domestic needs for which a peace was allegedly obtained. See former Prime Minister Mamduh Salam in an interview 12/18/77, Treasury Minister Abd El Sayeh in an interview 7/25/78, and the paper Al Akhbar, 12/2/78 which clearly stressed that the military budget will receive first priority, despite the peace. This is what former Prime Minister Mustafa Khalil has stated in his cabinet's programmatic document which was presented to Parliament, 11/25/78. See English translation, ICA, FBIS, Nov. 27. 1978, pp. D 1-10. According to these sources, Egypt's military budget increased by 10% between fiscal 1977 and 1978, and the process still goes on. A Saudi source divulged that the Egyptians plan to increase their militmy budget by 100% in the next two years; Ha'aretz, 2/12/79 and Jerusalem Post, 1/14/79. 

11. Most of the economic estimates threw doubt on Egypt's ability to reconstruct its economy by 1982. See Economic Intelligence Unit, 1978 Supplement, "The Arab Republic of Egypt"; E. Kanovsky, "Recent Economic Developments in the Middle East," Occasional Papers, The Shiloah Institution, June 1977; Kanovsky, "The Egyptian Economy Since the Mid-Sixties, The Micro Sectors," Occasional Papers, June 1978; Robert McNamara, President of World Bank, as reported in Times, London, 1/24/78.

Kaynak: http://goo.gl/KWd8se

Yorum Gönder

0 Yorumlar